Anneannemi, kaba ve sert Karadeniz ikliminin tipik bir kadını olarak tanıdım. Lafını esirgemez, öfkesini saklamaz, sevincini mani okuyarak yaşardı. İlk çocukluk çağlarımdan aklımda kalan, onun beni her görüşünde söylediği, “Emin ağa evlendi, beyaz gömlek giymedi, yastığının altına, İzmir lokumu gizledi” manisi ve benim her defasında bunun ne anlama geldiğini çözmek için sarf ettiğim çocuksu çabaydı. Evlenmek kulağa hoş gelirdi gelmesine ama “beyaz gömlek giymeye neden direndiğimi” kestiremezdim. Ayrıca yastık altına gizlenmiş lokum eğlenceli fikirdi. Sonraları bunun herkese söylenebilen bir şımartma dörtlüğü olduğunu öğrendim.
Son yıllarında, ölümle yakınlaştığı günlerde hep tekrarladığı ve bunu neden yüksek sesle yaptığını bilmediğim, “Nasi eleceğuk” mırıldanışı ona karşı dayanılmaz bir acıma hissine kapılmama neden olurdu. Üstelik bu kısa ama derin mırıldanışın sonu her defasında nemlenen gözleri ve önüne düşen başıyla biterdi. Ölüm korkusunu onunla birlikte yaşamaya çalışırdım. Bugünkü karşılığıyla, korkusuyla empati kurardım.
Ben askerdeyken o öldü. Bana söylemediler. Dönünce haberim oldu. İlk duyduğum an, o mırıldanışları aklıma geldi ve daha önce kurduğum empatilerden olsa gerek, ölümün beni de böyle istemeye istemeye ama göstere göstere yakalayacağı fikrine kapıldım.
Son yıllarında çoğu zaman İstanbul’da dayımların yanında, ara sıra da Samsun’da kalırdı. Trabzon’dan Samsun’a geliş seyahatinin birinde onunla beraberdim ve Ünye’den geçtiğimizi duyunca gözleri yaşarmıştı. Ünye’den geçtiğini her fark ettiğinde -okuma yazması olmadığından birinin bunu ona söylemesi gerekirdi- hep içlendiğini sonradan annemden öğrenecektim.
Anneannemin Ayşe adlı kendisinden daha yaşlı ve kendisinden daha tipik Karadenizli bir eltisi vardı. Son yıllarında benim de tanıdığım bu kadına köylüler Arşon derlerdi. Rumca olduğu kesindi ama ne anlama geldiğini bilen yoktu. Türkçe kadar iyi Rumca konuşurdu. İşte bu kadın, coğrafyanın kendisine benzettiği insanoğlunun yaşayan örneğiydi. Çocukluğundan beri en erkeksi işleri hiç yüksünmeden yapar, arı gibi çalışır, yorgunluk nedir bilmezdi. Anneannemden önce öldü. İki gözlü ahşap evin önce bir gözü kapandı, sonra diğeri. Nedendir bilinmez, evler, çoğu zaman onu inşa eden erkekleriyle değil de onu çekip çeviren kadınlarıyla çağrışımsal benzerlik taşırlar.
Anneannemin Ünye’den her geçişinde gözlerinin nemlenmesine, uzun yıllar iki kapılı büyük ahşap evi paylaştığı eltisinin anlattığı bir hikâye, daha doğrusu yaşadığı bir hikâye sebep olurmuş.
Küçük kız, memleketi Trabzon’un Rus işgaline uğramasının ardından Batı’ya doğru göç eden kafilelere katılmış. Binlerce muhacirin arasında ailesini kaybetmiş. Bir kafile ona sahip çıkmış, aşını ekmeğini paylaşmış. Dar patikalardan, tepelerden yalınayak geldikleri Ünye’de bir eve sığınmışlar. Birkaç gece sonra Ermeni çeteler evi basmışlar. Gelinler, tek varlıkları üç beş altını ağızlarında gizlemişler. Duvarda asker fotoğrafını görünce büsbütün çıldıran çeteciler, o gün orada büyük bir vahşete imza atmışlar. Kocalarını imparatorluğun bitmek bilmeyen savaşlarına gönderen gelinler, karın boşluklarından evin önündeki kazığa geçirilmiş. Üst üste. Sıra küçük kıza gelmiş. Titreyen çenesinden Rumca birkaç söz dökülünce, Ermeniler kızın Türk olmadığını anlamış. Eline şeker tutuşturup gitmişler…
İşte o küçük Ayşe büyüyünce Arşon oldu. Ömrü boyunca gözlerinde ölü soğukluğu kalakaldı. Sinirleri alınmış gibi…
O yaşadıklarını eltisine, yani anneanneme anlatmış. O yüzden anneannem Ünye’den her geçişinde kendisinden önce ölen eltisinin anlattıklarını hatırlar ve gözünde yaşlar belirirdi.
Acılar kelimeleşince nasıl da bayağılaşıyor, der Meriç.
Sağlıcakla kalın…
/ M. Emin GÜRDAMUR
19.03.2010
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder